Monday, June 16, 2025
Google search engine
HomehüseyinözerSokaklarda yaşayan kimsesiz bir çocuktu, şimdi dünyaca ünlü Michelin Yıldızlı bir şef!

Sokaklarda yaşayan kimsesiz bir çocuktu, şimdi dünyaca ünlü Michelin Yıldızlı bir şef!

İyiliği büyüten Şef Hüseyin Özer’in olağanüstü hayat hikayesi…

“Annem bana bir otobüs bileti aldı, “Git para biriktir, silah al, babanı vur.” dedi. 11 yaşındaydım. Oysa ben sadece okula gitmek istiyordum. Göndermediler. Öldürmek, yok etmek istediler. 11 yaşında Ankara’ya gittim. Önce sokaklarda sonra tuvalette yattım ama hiç yılmadım. Bugün İngiltere Kraliyet Ailesi’ne yemekler yapıyor, sofralarına misafir oluyorum.

Yeniden dünyaya gelsem aynı hayatı bir daha seçer alırım. Ben kaderimi seviyorum. Hayat felsefem her zaman ‘Yarınlar benim olacak.’ oldu. Kendime güveniyorum. Çalışkanım, dürüstüm ve yiğidim. Tokat’ta açacağım şeflik okulunda benim gibi adamlar yetiştirip Türk yemek kültürünü dünyaya tanıtacağım.”

Pınar SAVUN – LONDRA

Michelin Yıldızı alan ilk ve tek Türk şef, aynı zamanda doktora unvanına sahip Hüseyin Özer’in yaşam öyküsü, sıradan bir başarı hikâyesinden çok daha fazlasını barındırıyor. Özer’in hayatı, hayal kurmanın neredeyse imkânsız olduğu koşullarda şekillendi. Tokat’ın yoksul bir köyünde başlayan bu etkileyici yolculuk, İngiltere Kraliyet Ailesi’nin sofralarına kadar uzanıyor. İnsan ruhunun sınır tanımayan direncini ve iyilikle yoğrulmuş bir karakterin dünyayı nasıl değiştirebildiğini gözler önüne seriyor.

Discovery Channel ve BBC tarafından “Müthiş Türk” olarak tanıtılan Tokat doğumlu Dr. Şef Hüseyin Özer’in yaşamı, bir belgeselle ölümsüzleşti. Sokak çocukluğundan saray mutfağına uzanan ve dünyaya ün salan bir şef olmanın sıra dışı hikâyesini anlatan “Husin” adlı drama belgesel, Londra’da gerçekleşen özel prömiyer gecesiyle izleyiciyle buluştu. Yapımcılığını ve yönetmenliğini Erol Koçan’ın üstlendiği yapım, Özer’in çocukluğundan başlayarak dünyanın en saygın şeflerinden biri oluşuna dek geçen süreci tüm gerçekliğiyle aktarıyor. Üstelik bu belgeselin ardından hayatı sinema filmi olarak da çekilecek ve başrolde Tom Cruise’un yer alması gündemde.

İlkokula bile gidemeyen Hüseyin Özer, ilk kazandığı parayı ne karnını doyurmak ne de sırtına kıyafet almak için harcadı. O ilk kazandığı parayla bir dil kursuna yazıldı. Hiçbir şeyi yoktu; ne başını sokacak bir evi, ne seveni, ne okulu, ne de arkadaşları… Ama bir hayali vardı: Londra’ya gitmek, çalışmak ve dünyayı değiştirmek. Yoksulluk içinde geçen çocukluğuna rağmen para kazandıkça kendini sürekli geliştirmeyi bildi. Özel hocalar tuttu, sanat tarihi dersleri aldı, müzeleri gezdi, klasik müzik dinledi. En büyük sırlarından biri ise şiir yazmasıydı. Yazdığı şiirleri sorduğumda, hiçbirini hatırlamadığını söyledi ve ekledi: “Şiir yazmak, kendime yaptığım en iyi terapiydi.”

Açlıktan lokantacı olduğunu anlatan Hüseyin Özer, çocukluğunda yaşadığı zorluklara ve karşılaştığı kötülüklere hep iyilikle karşılık verdi. Okula gidemediği çocukluk yıllarının etkisiyle eğitime ayrı bir önem verdi. Bugün kurduğu vakıf sayesinde yüzlerce çocuğu okutuyor. Onları borçlu hissettirmemek için okuttuğu çocuklarla tanışmamayı tercih ediyor.

Röportaj için Hüseyin Özer’le Londra’da, Bond Street’in hemen yakınındaki South Molton Street’te açtığı yeni Sofra restoranında buluştuk. Onun mütevazı ve kendine güvenen kişiliği, bende bıraktığı ilk izlenim oldu. Sadece konuşmakla kalmadık; mutfağının eşsiz lezzetlerini de tatma fırsatı buldum. Başlangıç olarak özel tarifli mercimek çorbası, humus ve çam fıstıklı lahmacun… Her biri ayrı bir yolculuktu. Ana yemek olarak Tokat kebabını tercih ettim; sunumuyla gözümü, lezzetiyle ruhumu doyurdu. Finalde ise künefe söyledim. Künefeyi kendi toprağı olan Hatay’da da yedim ama Hataylılar alınmasın, bu bambaşka bir künefeydi.

Ama asıl tat, ertesi gün geldi… Hüseyin Özer’in davetiyle yeniden Sofra’da buluştuk. Bu kez röportaj yapmadık; sadece yemek yedik, uzun uzun sohbet ettik. Sıcak, sahici, dostça bir masa kuruldu aramızda. O anlarda fark ettim: Hüseyin Özer yalnızca eşsiz yemek yapmıyor, hikayesiyle insanlara ilham veriyor ve varoluşuyla imkansız diye bir şey yoktur dedirtiyor. Hayatın en karanlık köşelerinde büyümüş biri olarak, en aydınlık yanlarına tutunmayı başarmış çok özel bir ruh Hüseyin Özer. Konuşurken gözlerinin içi parlıyor, herkesi, her şeyi severek anlatıyor. Kıbrıslı dostlarını, Türkiye’den Uğur Dündar’ı, İlber Ortaylı’yı… Dünyaca ünlü futbolcu Ronaldo’nun ve nice yıldızın, sanatçının restoranına özel rezervasyon yaptırdığını söylüyor. Kraliyet ailesine sadece yemek yapmıyor; aynı sofrada oturup sohbet ederek yemek yiyor.

Şimdi ise doğduğu topraklara yaptırdığı şeflik okulu ile kendisi gibi aşçılar yetiştirme hayalini gerçekleştirmeye hazırlanıyor. “Açacağım şeflik okulu ile hem Türk mutfağını dünyaya tanıtmak hem de yeni Hüseyin Özer’ler yetiştirmek istiyorum.” diyen Özer’in hayalleri bitmiyor, hedefleri tükenmiyor. Çünkü o, yaşadığı tüm acılara rağmen hâlâ “Aynı hayatı yine seçerim. Ben hayatımı seviyorum.” diyebilecek kadar güçlü bir karaktere ve yüce bir gönüle sahip.

Hüseyin Özer; inancı, dürüstlüğü ve çalışkanlığıyla sıfırdan değil, eksiden başlayarak gökyüzünde en parlak yıldızlardan birine dönüşmüş bir insan. Onunla geçirdiğim vakit ve kurduğumuz dostluk, benim için çok kıymetliydi. Sofra’dan ayrılırken sıkı sıkı sarıldık ve “En kısa zamanda yeniden” diyerek sözleştik. Ama açık söylemeliyim; kalbimin bir parçası orada kaldı.

Yolunuz Londra’ya düşerse, Hüseyin Özer’in Sofra restoranlarından birine uğramadan, onun özel tariflerinden tatmadan dönmeyiniz.

Gelin bu sıra dışı yaşam hikayesini birlikte okuyalım.

Zor Bir Başlangıç: Tokat’tan yola çıkmak

   Pınar Savun: Hüseyin Bey, hikayeniz başlı başına bir roman. En başa dönelim… Nerede doğdunuz? Çocukluğunuz nasıl geçti?

    Hüseyin Özer: Tokat’ın bir köyünde doğdum. Babam başka bir kadınla evliydi. Annemi kuma olarak almıştı. Ben doğduktan kısa bir süre sonra ikimizi de istemedi. Annemle birlikte dedemin evine gönderildik ama orada da istenmedik. Babama birileri “Bu senin çocuğun değil” dedi. Babam saf, temiz bir adamdı, bu söylenene inandı beni istemedi. Dayımın karısı, “Anası babası bile istemiyor, biz mi isteyelim?” derdi. Bazen bana yemek bile vermezlerdi. Bir gün beni, yoğun kar yağarken yalnız başıma başka bir köye gönderdiler. Belli ki ölüme yolladılar. Şans eseri köye sağ salim vardım. Beni gören köylüler şaşırdı: “Oğlum, bu karda nasıl geldin sen? Seni kurtlar nasıl kapmadı!” dediler. Köylüler beni tam bir ay misafir ettiler. Yabancı insanlar bana sahip çıkarken, ailem ölüme göndermişti. Orada da fazla kalamadım, iki köylü atları ile beni köyüme götürdü. Köye döndükten sonra üvey annem ve üvey kardeşim beni incirin içerisine zehir koyarak öldürmeye çalıştı. Benden kurtulmak istediler. Ama başaramadılar. Ben sonra hepsine baktım. Anneme de babama da baktım. Bana zehir veren abimin oğlunu ise İngiltere’de okuttum.

Çobanlık ve okuma azmi

   Pınar Savun: Bu yaşadıklarınız çok ağır… Peki sonra?

    Hüseyin Özer: Yedi yaşımda çobanlık yapmam için Erbaa’ya gönderildim. Anneannem beni uğurlarken, “Bir yoğurt bir ekmek verin yeter.” dedi. Benim tek isteğim okumaktı ama kimse beni okutmak istemedi. Koyunları güderken ağaç diplerine oturur, ağlardım. Elimde defter yoktu, kalem yoktu ama kömürle duvara yazarak çizerek okumayı yazmayı öğrendim. Sürüyü okulun önüne götürür öğretmenin beni görmesini sağlamaya çalışırdım ama bu fayda etmedi, yine beni gören duyan anlayan olmadı. Üstelik sürüyü okul önünde dağıttığım için çok dayak yedim.

Ankara yılları ve hayatta kalma mücadelesi

   Pınar Savun: Sonra sizi Ankara’ya gönderdiklerini biliyorum. Orada neler yaşadınız?

   Hüseyin Özer: Annem bana bir otobüs bileti aldı, “Git para biriktir, silah al, babanı vur.” dedi. 11 yaşındaydım. Oysa ben sadece okula gitmek istiyordum. Demirel’e, daha birçok üst makama mektup yazdım. “Okumak istiyorum, yardım edin. Eğer okursam çok iyi yerlere geleceğim.” dedim. Cevap gelmedi. Ama yılmadım, tekrar tekrar yazdım. Sonunda gelen cevap beni iş bulma kurumuna yönlendirdi.

Sıhhiye’deki tuvalet: Barınak olarak bir umut

   Pınar Savun: Geçiminizi nasıl sağladınız?

   Hüseyin Özer: Bir pastanede çalıştım ama paramı vermediler. Sonra başka bir pastanede işe girdim, iki buçuk lira kazanıyordum. İlk paramla kendime bir ceket aldım. Kalacak yerim yoktu, sokaklarda uyudum. Bazen hemşerilerim beni evine götürüyordu. Bir gün tuvaletin kapıcısı bana acıdı. Kızılay, Sıhhiye bölgesinde umumi bir tuvalette kalmama izin verdi. O tuvaleti anlatırken hep şöyle derim: “O tuvalet benim için çok özeldi, çünkü artık yatacak bir yerim vardı. Ona minnettarım.” Pastanede çalışırken her yerimi kestim, çok kaza geçirdim. Ama yılmadım.

   Pınar Savun: Bu arada babanızı öldürme planları yaptınız mı?

   Hüseyin Özer: Çok planlar yaptım. Sadece babamı öldürmek için değil, bana kötü davrananları da öldürmek için planlar yapıyordum. Önüne gelen beni dövüyordu. Bana çok kötü davranıyorlar, dışlıyorlardı. Ben de öldüreceğim insanların listesini yapıyordum. Sonra baktım bir adam öldürmekle iş bitmeyecek bir sürü adam öldürmem gerekecek.

  Pınar Savun: Bu kadar kötü bir ortamda nasıl ayakta kaldınız?

    Hüseyin Özer: Ben hep umutluydum, ümidimi hiç kaybetmedim. Ben kimseye kızmıyordum. Yarınların benim olacağına inanıyordum. Kaderimi sevmiştim. Param yoktu. Lokantalara gider yarım porsiyon yemek ya da salata isterdim, vermezlerdi. Garsonlar da çok acımasızdı yani. (Gülüyor)

   Pınar Savun: Daha sonra ne oldu?

   Hüseyin Özer: Açlıktan lokantacı oldum.(Gülüyor) Kendime o günlerde hep şunu söyledim: “Çalışkan olacağım, dürüst olacağım, becerikli olacağım.” Öyle de oldum. Ben hem salonu hem mutfağı beraber öğrendim. Kendimi çok iyi geliştirdim. O zor günlerde kendime hedefler koydum. Büyük lokanta açacak, kazandığım parayla çocuk okutacaktım. Öyle de yaptım. İlk kazandığım parayla memleketime gidip vakıf kurdum.

Kömürlükte kurulan hayaller

   Pınar Savun: Yeniden Ankara günlerinize dönecek olursak, sizin bir de kömürlükte kalma hikayeniz çok etkileyici…

   Hüseyin Özer: Evet, pastanede çalışırken para biriktirdim, ev tutmak istedim. Ama elimdeki parayla sadece bir kömürlük kiralayabildim. Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi. Lambam vardı, yatağım vardı. Geleceğe dair kararlarımı orada aldım: İngilizce öğrenecektim, yurtdışına gidecektim. İnsanlara faydalı bir insan olacaktım. Bu arada kömürlükte bir kalem bir de defterim vardı, şiir yazıyordum. Önceleri Allah’a inanmıyordum. Sonra dini öğreneceğim kitaplar aldım. Dini öğrendim. Adam vurursam katil olacaktım. Allah’a inandım. Bu benim işime de geldi. Hâlâ iyi bir Müslümanım ama mezhebim yoktur. Ben dini kitaplardan öğrendim. Allah’la da Peygamberimizle de benim aram çok iyi.

İngiltere’ye uzanan yol

   Pınar Savun: Sonrasında ne oldu? İngiltere’ye gidiş süreciniz nasıl gelişti?

   Hüseyin Özer: İstanbul’a geçtim. Baktım İstanbul’da daha iyi para veriyorlar. Çalışıp para biriktirmeye devam ettim. Hemen hoca tuttum İngilizce dersleri almaya başladım. Sonra askere gittim, döndüğümde evlendim ama o evlilik uzun sürmedi. 1975 yılında, 21 yaşındayken İngiltere’ye gittim. İngiltere’ye Limasollu Naci Dershanesi’ne kayıt olarak öğrencilerle birlikte otobüsle gittim. İngiltere’nin Dover Limanı’na vardığımızda öğrenciler arasında İngilizcesi en iyi olan bendim. Dover’den Londra’ya gittim. Orada Atilla isimli bir kebapçıda çalışmaya başladım. Yatacak yerim yoktu, kebapçının tuvaletinde yıkanıp bodrum katında sandalyede yatıyordum. Gündüz çalışıyor, gece dil kursuna gidiyordum. Kendimi geliştirmek için ne gerekiyorsa yapıyordum.

Sofra restoranlarının doğuşu

   Pınar Savun: Restoran sahibi oluşunuz nasıl oldu?

   Hüseyin Özer: Yıllar sonra, çalıştığım lokantayı bir arkadaşımla birlikte satın aldım. Param yoktu ama vizyonum vardı. Arkadaşım Peckam’da kebapçı açmamızı istedi. Kabul etmedim. Orada bu işin olmayacağını söyledim. Sonra daha önceden çalıştığım daha iyi konumda olan bir yer vardı. Onu aldık, bir süre sonra Mayfair’da önceden çalıştığım ve batan yeri aldım. Kimseye satamamışlardı, ben aldım. Dürüstlük, çok çalışmak ve farklı düşünmek beni bugünkü noktaya getirdi. Müşterime ve çalışanıma hep değer verdim. Derken, Sofra restoran zinciri doğdu. Şimdi İngiltere Kraliyet Ailesi Türk yemeği yemek istediğinde, benden sipariş veriyor. Bu arada beni kendi saraylarında ağırlıyorlar.

Zorluklar hiç bitmedi

   Pınar Savun: Bunca başarı sonrasında başka sorunlarla karşılaştınız mı?

   Hüseyin Özer: Elbette. Mafya tehdit etti, yıldırmak istedi. Ama asla pes etmedim. Burada PKK var. Sizi haraca bağlamak istiyorlar. Ben bunlarla mücadele ediyorum. Boyun eğmedim. Çünkü geçmişte başıma gelen her şey bana direnmeyi öğretti. Hayat bana hiçbir zaman kucak açmadı ama ben hayata hep umutla baktım. Bugün hâlâ kendime “Ne yaşarsan yaşa, iyiliği aramaktan vazgeçme.” derim.

“Patronum beni önce hırsız sandı ama gerçeği öğrenince şaşırdı”

   Pınar Savun: Kendi restoranlarınızı açmadan yaşadığınız ilginç bir olayı bizimle paylaşır mısınız?

   Hüseyin Özer: Londra’da çalıştığım bir restorantta patronum bana, “Sana hırsızlık mı yapıyorsun diye şüpheyle baktık ama meğer sen kasaya cebinden para koyuyorsun. Niye kasaya cebinden para koyuyorsun?” dedi. Patronun dediği gibi kasaya para koyuyordum ama bunun farkında olmadıklarını düşünüyordum. Kontrol ettiklerini bilmiyordum. Patrona, “Öğrenciler geliyor ya onların aldıkları ‘take-away’ paketlerinin ücretlerinin yüzde ellisini ben ödüyorum” dedim. Patron bunun üzerine bana, “Onlar zengin, böyle bir şeye ihtiyaçları yok.” dedi. Bunun üzerine patrona “Onlar okuyup vatanı kurtaracaklar.” dedim. Ben sandalyede yattığım günlerde gelen öğrencilere bu şekilde destek oluyordum. Böyle bir anım var.

En büyük mutluluk: Eğitime destek olmak

   Pınar Savun: Sizi en çok ne mutlu ediyor?

    Hüseyin Özer: Ben okuyamadım. Ama şimdi kurduğum vakıf sayesinde yüzlerce çocuğu okutuyorum. Belki ben hiç okul sırası görmedim ama bir çocuğun okula gidebilmesine vesile olmak, bana dünyaları veriyor.

Umut her zaman mümkün

   Pınar Savun: Bunca zorluğa rağmen iyimserliğinizi nasıl korudunuz?

    Hüseyin Özer: İyiliği, en karanlık günlerde bile aradım. Zehirlenmeye çalışıldığım gün, “O gün çok güzel bir gündü.” diyorum çünkü köylüler bunu öğrenince bana yemek getirdi. Kömürlükte otururken “Yaşasın, başımın üstünde bir çatı var.” dedim. İnsan, neye odaklanırsa onu büyütür. Ben umudu büyüttüm.

   Pınar Savun: En çok hangi yemeği yapmayı seviyorsunuz?

    Hüseyin Özer: Yemek kötüyse düzeltirim. En zor yemek hangisi ise onu en iyi olacak şekilde yaparım.

   Pınar Savun: En sevdiğiniz yemek hangisidir?

   Hüseyin Özer: Yaptığım her yemeği seviyorum. Kendimi kobay gibi kullanırım. Kendi yaptığım yemekleri ilk ben denerim.

   Pınar Savun: Geriye dönüp baktığınızda yaşadığınız tüm zorluklara sizi bugünlere getirdiği için teşekkür eder misiniz?

   Hüseyin Özer: Ben aynı hayatı bir daha seçer alırım. Ben kaderimi seviyorum. Hayat mottom her zaman ‘Yarınlar benim olacak’ oldu. Kendime güveniyorum. Çalışkanım, dürüstüm ve yiğidim. Tokat’taki okulumda benim gibi adamlar yetiştireceğim.

RELATED ARTICLES

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

- Advertisment -
Google search engine

En Popüler

en_USEnglish